Akça: Haklarını yaşayamayan kadınlarımız var

 

ALİ BOZ/İMRAL ÜSKÜPLÜ

Akça açıklamasında, toplumsal yaşamdaki olaylarda, yasal davalarda, ailede veya iş yerinde hep kadının mağdur durumda kalması başta STK  ların Ana hedefleri olmak üzere, tüm toplumun çabasını önemli kıldığına dikkat çekerek şunları söyledi. “Kadının boşanma hakkı var ama maruz kaldığı şiddete dur deyip ayrılmak isteyen kadın öldürülüyor. Bin bir engeli aşıp ayrılabilen kadının nafaka hakkı var ancak malum nedenlerle nafaka ya verilmiyor ya da verilen miktar bebek bezini bile karşılamıyor. Kadının eşit işe eşit ücret ve mesleğinde yükselme hakkı var ama gel gör ki ilk gözden çıkarılan işçi kadın, yönetici pozisyonları ise büyük oranda hep erkeklerin, bu gerçekleri herkes görüyor ama değişim için atılması gereken adımlar atılmıyor.”

Akça ayrıca şöyle konuştu. “İnsan hakları kavramı, genel olarak insanın insan olmaktan kaynaklanan hak ve özgürlükleri ifade eder. Ancak tarihsel olarak kadınların insan haklarının ihlal edilmesi insan hakları kapsamında değerlendirilmediğinden “kadının insan haklarını" gündeme getirmiş, kadınların insan haklarının insan hakları literatüründe toplumsal cinsiyet bakımından “ana akımlaştırılması” hedeflenmiştir.”

Kadınların erkeğin insafına bırakıldığını belirten Çiğdem Akça, “Tarihsel olarak baktığımızda, Toplumsal yaşamın Kadının ekonomik ve siyasal yaşama katılımın dışında bırakılmasına, temel sorumluluk alanı olarak çocuklara bakma ve ev işleri gibi özel alanda yüklenen rollerle sınırlamaya ve böylece kadını ikincilleştirerek erkeklere bağımlı kılmaya zorlamıştır. Erkek hem kamusal alanda hem özel alanda egemen iken, kadın özel alana kapatılarak erkeğin insafına terk edilmiştir. Öyle ki, kadının kişi olarak varlığı bile yakın tarihe kadar kabul görmemiştir. Ancak 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren feminizmin bir toplumsal harekete dönüşmesiyle kadınların haklar için mücadelesi başlamıştır. Özellikle Sanayi Devrimi ile kadınlar çalışma yaşamına katılmıştır. Kadınlar ilk defa “eşit işe eşit ücret” talebiyle sokağa çıkmıştır. Daha sonra kadınlar kamusal hizmetlere katılma hakkı, kanun karşısında erkeklerle eşit haklar, oy kullanma hakkı, eğitim ve istihdamda fırsat eşitliği konusunda örgütlenip mücadele ederek büyük kazanımlar sağlamışlardır. Ve özel alanın politik olduğunu belirterek ailedeki iktidar ve güç ilişkisinden kaynaklanan sorunları kamusal alanda tartışmaya açmış çözüm aramışlardır. “diye konuştu.

Cinsiyete dayalı ayrımcılığa sebep olan yapısal eşitsizlikleri ve bunlarla kesişen özel ve kamusal alandaki güç ilişkilerini göz ardı etme eğiliminde olunduğunun altını çizerek konuşmasına şöyle  tamamladı “Tüm bu mücadelelere rağmen 20'nci yüzyılın ilk yarısında hazırlanan bütün uluslararası belgeler “cinsiyet körü” olmaya devam etmiştir. Çünkü hukuk, bütün sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarda olduğu gibi, erkek egemen bakış açısıyla oluşturulmakta ve kadının ikincil konumunu sürdürmeye aracılık etmektedir. Uluslararası insan hakları paradigmasının temel kaygısı özellikle devletin kurum ve aktörlerinin sebep oldukları “zarar” ve “kötü muamelenin” ortadan kaldırılması olduğundan, cinsiyete dayalı ayrımcılığa sebep olan yapısal eşitsizlikleri ve bunlarla kesişen özel ve kamusal alandaki güç ilişkilerini göz ardı etme eğiliminde olmuştur. Mesela işkence uluslararası insan hakları belgelerinde yasaklanmış iken ev içinde erkeğin kadına uyguladığı bir tür işkence olan eziyet suçu bu belgelerde düzenlenmemiştir. Böylece özel alan sayılan ev içinde veya yakın ilişki içinde meydana gelen ihlaller/şiddet mahrem kabul edilerek devlet koruması dışında bırakılmıştır.Buna karşın kadınların haklarının bir insan hakkı meselesi olarak kabul edilmesi, küresel kadın hareketinin uzun ve zorlu mücadelesi sonunda kabul görmüştür. Çünkü ataerkil kültür ve bu kültürden beslenerek oluşturulan hukuki belgeler erkeğin menfaatlerini korumakta, kadın deneyimi ve perspektifini yansıtmamaktadır. Bu nedenle kadınların özgül konumlarından kaynaklanan sorunların dile getirilmesi, tanınması ve dolayısıyla da çözülmesi gecikmiştir.”