DERYA BİCİK
Köşe Yazarı
DERYA BİCİK
 

VE ÜLKE KENDİNİ GÖÇ ETTİRİYOR – 30 Yıllık Sessiz Dönüşüm –

Türk gençliği, şu anda ülkenin en büyük ve en kritik sosyolojik fay hattıdır. Umutsuzlukla direnç arasında salınan, küresel düşünen ama yerelde sıkışan... Psikologlar buna “toplumsal tükenmişlik sendromu” diyor. Sosyologlar ise “kayıp aidiyet duygusu”. Ama gençler bunu daha basit söylüyor: “Burada geleceğimi göremiyorum”   Bir ülke gençlerini kaybettiğinde, kendini de göç ettirir. Göç, bazen bir ülkenin insanına kendini anlatma biçimidir. Ve biz, şu an dünyanın en çok anlatmaya çalışan gençlerine sahibiz. Bir neslin, ülkesiyle imzaladığı güven sözleşmesinin feshedildiği psikanalitik bir “ruhsal göç” hali yaşıyoruz. Evet, ülkemiz gençliğini kaybediyor ve bu basit bir göç değil... Bilakis vahim, sessiz, kalıcı bir dönüşüm. Araştırmalar, gençlerin %40’ından fazlasının kaygı ve depresyon belirtileri taşıdığını; bir kaçış planı değil, bir kopuş yaşadıklarını gösteriyor. İşte tam bu noktada göç, sadece coğrafi bir eylem değil, bir varoluş mücadelesi haline geliyor. Yani bu gençler, ülkeye “Ben yaşayamıyorum, beni yaşatamıyorsun.” diyor. Gidenler sadece yazılımcılar, mühendisler, doktorlar mı? Hayır. Gidenler, bu ülkenin eleştirel düşünme, yenilikçilik ve küresel rekabetçilik potansiyelidir. Mesele, gençlerin ülkesini sevmemesi değil; çabalarının karşılığını alamayacaklarını, sistemin onları sürekli yoracağını ve tüketeceğini hissetmeleridir. Asıl mesele, ülkenin onlara şu sorunun cevabını verememesidir: “Neden kalmalısın?   Kuşak araştırmalarına göre, Z kuşağı artık “en politik ama en apolitik” nesil olarak tanımlanıyor. Çünkü siyasetle ilgileniyor ama siyasetçiye güvenmiyor. Gelecek istiyor ama ülkede gelecek olmadığını hissediyor. Kendine ait bir hayat kurmak istiyor ama bedelin altından kalkamıyor. Peki bu ülke gençlerine ne sunuyor? Dürüst olmak gerekirse, uzun zamandır gençlerine sadece sabır sunuyor ve bizler, bir kuşağın ruh haritasının çöküşünü izliyoruz Bu çöküş, yalnızca suç korkusuyla ilgili değil; adaletsizlik, ayrımcılık, toplumsal kutuplaşma ve en çok da “emeğimin karşılığını alamam” korkusuyla ilgilidir. Peki gidenler iyi olabiliyor mu? Kısmen. Ne oraya tam ait olabiliyorlar ne de buraya dönebiliyorlar. Belki daha tatmin edici hayatlar yaşıyorlar ama içten içe kültürel köklerinin de yasını tutuyorlar. Tabii hikâyemiz sadece gidenlerle sınırlı değil...   Ya kalanlar? Ya 30 yıl sonra Türkiye’nin demografik yapısı? Savaşla travmatize olmuş, sosyoekonomik olarak dezavantajlı sığınmacı nüfusun, yüksek doğurganlık oranı sayesinde, 30 yıl sonra demografik yapı genç kalacak ama  gençliğin kimliği ve kodları kökten değişecek. Giden gençliğin seküler, bireyci, küresel ve eleştirel değerlerinin izleri silinecek. Yeni gelen gençliğin geleneksel, kolektif ve dinsel aidiyet odaklı değerleri toplumsal alana daha fazla yansıyacak — ki bu yansımaları şimdiden görüyoruz. Göçmenlerin travma aktarımı, uyum zorluğu, öfke ve gettolaşma riskini de artıracak. Bu durumda, bireysel özgürlük ve liyakatten ne kadar söz edilebilir? Sonuçta ortaya çıkacak toplum, ne idealize edilen küresel bir yapı ne de eski, köklü bir ulus olacaktır. Ülkemiz; ortak değerler sisteminin olmadığı, yüksek gerilimli, melez bir yapıya dönüşecektir. Bu sessiz dönüşümü yönetmenin elbette çözümü vardır. Bir ülke, kendi evlatlarına sadece geçim değil, amaç ve ideal sunmak zorundadır. Neden kalmaları gerektiğini, ait olma hissini vermek zorundadır. Bunun yolu, statükoyu yıkan, siyasi maliyeti yüksek ama tarihî değeri büyük, köklü reformlar yapabilmekten geçer. Devlet, gençlerin gözünde bir “ceza” değil, dayanak olmalıdır. Farklı kültürlerden gelen yeni gençliğin entegrasyonu, bir güvenlik sorunu değil, bir yatırım ve insan hakları meselesi olarak ele alınmalıdır. Bu süreci yöneten kişi ve kurumlarda; sistem düşünme yeteneği, uzun vadeli vizyonerlik, risk alma cesareti, öz-eleştiri ahlakı ve empati duygusu yüksek olmalıdır. Çözüm mercileri ise; İradeyi temsil eden siyasi liderler, bürokrasi, akademi, iş dünyası ve hesap sorma adına sivil toplum kuruluşlarıdır. Türkiye’nin önündeki en büyük görev, gençlerinin ülkesine yeniden inanabilmesini sağlamaktır. Bu cesaret işidir ve cesur olma vaktidir. Çünkü bizim, işgal altındaki ülkeyi yeniden inşa etmiş kurucu bir liderimiz var. Çünkü bizim, Cumhuriyet’in kuruluş idealini inşa ederken “Ben her şeyden önce gençliğe güveniyorum; çünkü onlar geleceği değil, bugünü kurtaracak olanlardır.” Diyen bir liderimiz var. Bugün o gençlik, kurtarılmayı değil, duyulmayı ve hak ettiği geleceği almayı bekliyor. Bu çağrı, sadece bugünün değil, 30 yıl sonraki Türkiye’nin de kurtuluş reçetesidir.    
Ekleme Tarihi: 28 Ekim 2025 -Salı

VE ÜLKE KENDİNİ GÖÇ ETTİRİYOR – 30 Yıllık Sessiz Dönüşüm –

Türk gençliği, şu anda ülkenin en büyük ve en kritik sosyolojik fay hattıdır.

Umutsuzlukla direnç arasında salınan, küresel düşünen ama yerelde sıkışan...

Psikologlar buna “toplumsal tükenmişlik sendromu” diyor. Sosyologlar ise “kayıp aidiyet duygusu”.

Ama gençler bunu daha basit söylüyor:

“Burada geleceğimi göremiyorum”

 

Bir ülke gençlerini kaybettiğinde, kendini de göç ettirir.

Göç, bazen bir ülkenin insanına kendini anlatma biçimidir. Ve biz, şu an dünyanın en çok anlatmaya çalışan gençlerine sahibiz.

Bir neslin, ülkesiyle imzaladığı güven sözleşmesinin feshedildiği psikanalitik bir “ruhsal göç” hali yaşıyoruz.

Evet, ülkemiz gençliğini kaybediyor ve bu basit bir göç değil... Bilakis vahim, sessiz, kalıcı bir dönüşüm.

Araştırmalar, gençlerin %40’ından fazlasının kaygı ve depresyon belirtileri taşıdığını; bir kaçış planı değil, bir kopuş yaşadıklarını gösteriyor.

İşte tam bu noktada göç, sadece coğrafi bir eylem değil, bir varoluş mücadelesi haline geliyor.

Yani bu gençler, ülkeye “Ben yaşayamıyorum, beni yaşatamıyorsun.” diyor.

Gidenler sadece yazılımcılar, mühendisler, doktorlar mı?

Hayır. Gidenler, bu ülkenin eleştirel düşünme, yenilikçilik ve küresel rekabetçilik potansiyelidir.

Mesele, gençlerin ülkesini sevmemesi değil; çabalarının karşılığını alamayacaklarını, sistemin onları sürekli yoracağını ve tüketeceğini hissetmeleridir.

Asıl mesele, ülkenin onlara şu sorunun cevabını verememesidir: “Neden kalmalısın?

 

Kuşak araştırmalarına göre, Z kuşağı artık “en politik ama en apolitik” nesil olarak tanımlanıyor.

Çünkü siyasetle ilgileniyor ama siyasetçiye güvenmiyor.

Gelecek istiyor ama ülkede gelecek olmadığını hissediyor.

Kendine ait bir hayat kurmak istiyor ama bedelin altından kalkamıyor.

Peki bu ülke gençlerine ne sunuyor?

Dürüst olmak gerekirse, uzun zamandır gençlerine sadece sabır sunuyor ve bizler, bir kuşağın ruh haritasının çöküşünü izliyoruz

Bu çöküş, yalnızca suç korkusuyla ilgili değil;

adaletsizlik, ayrımcılık, toplumsal kutuplaşma ve en çok da “emeğimin karşılığını alamam” korkusuyla ilgilidir.

Peki gidenler iyi olabiliyor mu?

Kısmen. Ne oraya tam ait olabiliyorlar ne de buraya dönebiliyorlar.

Belki daha tatmin edici hayatlar yaşıyorlar ama içten içe kültürel köklerinin de yasını tutuyorlar.

Tabii hikâyemiz sadece gidenlerle sınırlı değil...

 

Ya kalanlar? Ya 30 yıl sonra Türkiye’nin demografik yapısı?

Savaşla travmatize olmuş, sosyoekonomik olarak dezavantajlı sığınmacı nüfusun, yüksek doğurganlık oranı sayesinde, 30 yıl sonra demografik yapı genç kalacak ama  gençliğin kimliği ve kodları kökten değişecek.

Giden gençliğin seküler, bireyci, küresel ve eleştirel değerlerinin izleri silinecek.

Yeni gelen gençliğin geleneksel, kolektif ve dinsel aidiyet odaklı değerleri toplumsal alana daha fazla yansıyacak — ki bu yansımaları şimdiden görüyoruz.

Göçmenlerin travma aktarımı, uyum zorluğu, öfke ve gettolaşma riskini de artıracak.

Bu durumda, bireysel özgürlük ve liyakatten ne kadar söz edilebilir?

Sonuçta ortaya çıkacak toplum, ne idealize edilen küresel bir yapı ne de eski, köklü bir ulus olacaktır.

Ülkemiz; ortak değerler sisteminin olmadığı, yüksek gerilimli, melez bir yapıya dönüşecektir.

Bu sessiz dönüşümü yönetmenin elbette çözümü vardır.

Bir ülke, kendi evlatlarına sadece geçim değil, amaç ve ideal sunmak zorundadır.

Neden kalmaları gerektiğini, ait olma hissini vermek zorundadır.

Bunun yolu, statükoyu yıkan, siyasi maliyeti yüksek ama tarihî değeri büyük, köklü reformlar yapabilmekten geçer.

Devlet, gençlerin gözünde bir “ceza” değil, dayanak olmalıdır.

Farklı kültürlerden gelen yeni gençliğin entegrasyonu, bir güvenlik sorunu değil, bir yatırım ve insan hakları meselesi olarak ele alınmalıdır.

Bu süreci yöneten kişi ve kurumlarda; sistem düşünme yeteneği, uzun vadeli vizyonerlik, risk alma cesareti, öz-eleştiri ahlakı ve empati duygusu yüksek olmalıdır.

Çözüm mercileri ise; İradeyi temsil eden siyasi liderler, bürokrasi, akademi, iş dünyası ve hesap sorma adına sivil toplum kuruluşlarıdır.

Türkiye’nin önündeki en büyük görev,

gençlerinin ülkesine yeniden inanabilmesini sağlamaktır. Bu cesaret işidir ve cesur olma vaktidir.

Çünkü bizim, işgal altındaki ülkeyi yeniden inşa etmiş kurucu bir liderimiz var.

Çünkü bizim, Cumhuriyet’in kuruluş idealini inşa ederken

“Ben her şeyden önce gençliğe güveniyorum; çünkü onlar geleceği değil, bugünü kurtaracak olanlardır.” Diyen bir liderimiz var.

Bugün o gençlik, kurtarılmayı değil, duyulmayı ve hak ettiği geleceği almayı bekliyor.

Bu çağrı, sadece bugünün değil, 30 yıl sonraki Türkiye’nin de kurtuluş reçetesidir.

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve cukurovapress.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.