Geçen gün kurumda çocuklar serbest zamanda kendi kendilerine oynarken, bir öğrencim “Seray teyze bunlar sevişiyor” diye bir nağra attı. Allah Alla aynı yerdeyim ve böyle davranan kimseyi görmemişken öğrencimin işaret ettiği yere yöneldim. İki arkadaş yerde sadece kollarını birlerinin üstüne koyup şakalaşıyordu. Kim sevişiyor, onlar uzanmış be oğlum, hem erkek erkeğe böyle işler olmaz, diye anlık tepki verdikten sonra, bunu nereden çıkardığını sorduğumda, “O1 AVM de kızla oğlan sarılmış sevişiyorlardı” demez mi? Daha bu çocuk 11 yaşında ve gördüğü toplumdaki manzaralar bunlar. Bizlerde edebi öğretmeye çalışıyoruz. Olacak ya aynı gün akşamı dışarı çıkmam gerekti, yolda yürürken hayli kilolu bir hanım altında mini şort üstünde mayo ile karşıma çıktı. İnanamadım mayomu, diye bir daha baktım. Hoş yarı çıplak gezen gençleri sık sık görüyordum ancak Adana’da mayoyla gezeni ilk kez görmenin şaşkınlığını yaşadım ve bu yazıyı hazırlama ihtiyacı duydum.
Evet, kimin nasıl giyindiği, nasıl bir hayatı tercih ettiği kimseyi ilgilendirmez, ancak her kademede olduğu gibi ciddi bir deformasyona uğradığımız kesin ve bu ortamda biz eğitimciler, ebeveynler edebi, ahlakı öğretmek için çırpınıp duruyoruz. E… peki bu iş nasıl olacak?
Biz bu hale nasıl geldik?
Bütün yaşanan yozlaşmanın altında yatan nedenler ne olabilir?
Biraz bunun üzerine kafa yormak istedim.
Anayasa kitapçığını açıp sayfaları karıştırırsanız, “Kılık Kıyafet Kanunu” diye bir başlık bulamazsınız. Ama kamu düzenini, genel ahlakı ve özgürlüklerin sınırını belirleyen maddeler elbette vardır. Yani aslında devlet “kıyafetinin rengini seçemezsin” demez ama “toplumun huzurunu bozacak ölçüde sergileme” der. Peki, o zaman şu soru gelir akla: Neden sokakta bir uçta yarı çıplak, diğer uçta kara çarşaflı insanları yan yana görebiliyoruz?
Aslında bu tablo, sadece bir giyim tercihi değil; bir sosyolojik gerilimin yansıması.
Bir yanda modernleşmenin “ben özgürüm, bedenim bana ait” sloganıyla dışa vurduğu rahatlık…
Diğer yanda “kimliğimi koruyorum, aidiyetimi örtümle gösteriyorum” diyen muhafazakâr kimlik…
Sonuç: Aynı Cadde üzerinde iki ayrı kutup, iki ayrı yaşam tarzı.
Ama işin can alıcı noktası şu: Özgürlük adı altında, özel alanın (yatak odasının, evin mahreminin) sokakta sergilenmesi neyin göstergesi? Psikologlar bunun bir “görünürlük isteği” ve “ben buradayım” çığlığı olduğunu söylüyor. Sosyologlar ise buna “tüketim kültürünün bedene yansıması” diyor. Yani marka çanta, marka telefon derken; artık “marka beden” de sokakta dolaşıyor.
Toplumsal etkiyi küçümsememek lazım. Çünkü bu görüntüler, özellikle gençler üzerinde rol model etkisi yaratıyor. “Normal” kavramı kayıyor. Eskiden normal; edepli, ölçülü, göze batmayan giyimken; şimdi “ne kadar dikkat çekersen o kadar varsın” anlayışı hâkim oluyor.
Peki kara çarşaf tarafı? O da başka bir tepkiden doğuyor. Modern hayatın “fazla çıplak” bulduğu serbestliğine, “fazla kapalı” bir karşı duruş. Yani bir uç, diğer uca tepki olarak büyüyor. Bir sosyolojik sarkaç gibi: biri açıldıkça diğeri kapanıyor.
Ama mesele sadece kıyafet değil. Mesele, özgürlüğün nerede bitip toplum düzeninin nerede başladığı. Kılık kıyafet, insanın sadece üzerini örten bir kumaş değil; aynı zamanda bir ideoloji, bir mesaj, bir kimlik bildirisi. Ve biz, sokaklarda aslında sadece insanlar değil, fikirler, psikolojik yaralar, sosyolojik tepkiler yürürken görüyoruz.
Sonuçta özgürlük güzeldir, kimsenin inkâr ettiği yok. Ama özgürlük; “başkalarının gözüne batmayacak kadar” özgürlüktür. Çünkü toplumsal yaşam, bireysel özgürlükle kolektif huzur arasında kurulmuş ince bir dengeden ibarettir. O denge bozuldu mu, işte o zaman sokaklar sadece yürüdüğümüz yollar değil, çatışan kimliklerin arenası haline gelir.
Türkiye’nin sokaklarına dikkatle bakıldığında, aslında bir “giyim kuşam haritası” değil; bir toplumsal gerilim atlası görürüz. Bir yanda bedeni özgürlüğün simgesi haline getiren yarı çıplak bedenler, diğer yanda varlığını görünmezlik üzerinden tanımlayan kara çarşaflar… Bu tablo, sadece modanın ya da kişisel tercihin değil, sosyolojik dönüşümlerin ve kimlik çatışmalarının görsel ifadesidir.
1. Modernleşme ile Gelen Bedensel Özgürlük
Batılı yaşam tarzıyla birlikte bedene dair sınırlar esnedi. Beden, artık sadece biyolojik değil; aynı zamanda bir sermaye ve vitrin haline geldi. Reklamlar, sosyal medya, popüler kültür; bireylere “görünür ol, dikkat çek, arzunu sergile” mesajını veriyor. Bu, Pierre Bourdieu’nun deyimiyle bir “bedensel habitus” oluşturuyor. Yani insanlar bedeni üzerinden statü, özgürlük ve kimlik inşa ediyor.
2. Karşı Tepki: Kapanmanın Sosyolojisi
Bu dönüşümün yarattığı rahatsızlık ise başka bir kutup doğuruyor: Örtünme, sadece dini bir emir değil, aynı zamanda modern hayatın teşhir kültürüne verilen sosyolojik bir cevap. Kapanmak, görünürlüğe karşı görünmezlik stratejisi. Bir tür “ben bu oyunun parçası değilim” demenin yolu. Ancak bu da yine toplumsal sahnede güçlü bir kimlik bildirisi oluyor.
3. Kamusal Alan – Özel Alan Çatışması
Asıl sorun burada başlıyor. Çünkü toplumsal yaşamın omurgası olan kamusal alan, mahrem olanla kamusal olanın karıştığı bir sahneye dönüşüyor. Mahremiyetin çözülmesi, Hannah Arendt’in ifadesiyle “özel olanın kamusalı işgal etmesi”dir. Yatak odasında doğal olanın sokakta sergilenmesi, toplumda normların bulanıklaşmasına yol açıyor.
4. Toplumsal Yönlendirme ve Gençlik
Sosyolojik açıdan en kritik mesele, bu görüntülerin normatif bir işlev üstlenmesi. Yani çocuklar ve gençler, “normal olan budur” algısını sokakta gördükleri üzerinden kuruyor. Ne kadar dikkat çekersen o kadar varsın anlayışı, bireysel özgürlük gibi görünse de aslında tüketim kültürünün yönlendirdiği bir performans.
5. Özgürlüğün Sınırı: Toplumsal Huzur
Burada temel soru şu: Özgürlük, nerede biter?
Anayasal çerçeveye göre herkes özgürdür; ancak özgürlük, “başkasının özgürlüğünü ihlal etmeye başladığı noktada” sınır kazanır. Bu yüzden kılık kıyafet, sadece bireysel bir seçim değil, toplumsal düzenle ilgili de bir meseledir. Sosyolojik açıdan baktığımızda, bireyin bedenini sergilemesi de, tamamen örtmesi de bir “bireysel özgürlük” değil; aynı zamanda toplumsal mesaj taşıyan davranışlardır.
Son tahlilde, sokak kıyafetleri üzerinden yaşanan çatışma, aslında Türkiye’nin modernleşme serüveninin en görünür çatışma alanlarından biridir. Bedenin özgürleşmesi ile kimliğin korunması arasında gidip gelen bu sarkaç, kolay kolay duracak gibi görünmüyor. Çünkü mesele sadece kıyafet değil; aidiyet, kimlik, değerler ve toplumun geleceğine dair mücadeledir.
Son söz: Toplum olarak ciddi bir kaos yaşamaktayız. Her kademede yaşanan bu gerginlikler artık özgürlük adı altında çatışmalara sebep vermeye başlamışken, bizler insani değerlere sahip bireyler yetiştirmekte zorlanır olduk. Zira özgürlük adı altında bireysel olumsuzluklarımız, bundan sonra Türk toplumunun genetik yapısını dahi değiştirebilecek bir yola girdi. Bizler yine yanlış anlayarak özgürlüğün anlamını değiştirdik. Ne mi yapılması gerek? Türk toplumunun yapısını değiştirmeye çalışanlar bunu başarmak üzere ve biz çocuklarımıza sahip çıkıp özgürlüğün bunlar olmadığını göstermek zorundayız. Kısacası özellikle ailelere çok fazla iş düşüyor ve tekrar Türk toplumunu inşa etmek zorundayız. Yoksa kayıp nesilden değil, yok olmuş Türk toplumundan bahsederek tarihe yok olmuş toplumlar listesinde adımızı yazdıracağız.